31 Ekim 2012 Çarşamba

denizde vardı oltam bir balık tuttum zannettim baktım hepsi rüyaymış mekanım yanmış bir orman ve tek seçimse çaresizlik buna inanma göz gördüğünden korkmaz eski bensem bir çiçek olsam da solmam anlatsın bilen kimse hep çeken bilir demişler çekense susmuş hep konuşmuş çekmeyen kim varsa anlatsın derdi çeken hüzün kaplı gözlerinde kırışmakta dertler bir de ellerinde kürek kazma ve der ki şeytan yazma ben olsam neyle anlatırım neyle anlarım ben anlatmazsam hangi sazla mürekkebim dilim ve kağıdım aynam gönlü saydam olan anlar ancak işte sayfam her gün intihar eşikte ve umutlar beşikte bu dünya kapkaranlık ışık başka yerde herkes peşinde herkes sandığı kadar iyi olsaydı keşke en azından ay beklerdim üstümde yalnız gecede. yeah.

30 Ekim 2012 Salı

yalnız yakın ve kolayı sevmek mi murad?
ne bu yangın yeri geride kalan, demek mi?
canım benim
seni böyle
özlemek mi?
özlememek mi?

28 Ekim 2012 Pazar

ne kadar ısrarcı çıktık görüyo musun? nasıl da meyilliymişiz meğer kaybolmuş izlenimler yaratmaya.

gözlerimi oldukça uzağa diktim. mesela her insanın ağzından çıkan her ses boşlukta bir yerlerde asılı, sonsuza dek beklermiş. bunu öğrendim. bunu öğrendiğimiz zaman mutlak yalnızlık yalan bir şey oluyor ama, bu da kimi beklediğimize göre değişmez mi?

eğer gelmiyorsa, yeterince kuvvetli çağırmıyorsun demektir. haha. ama evler soğuk, bütün bir yaz boktan geçti, adam gibi ısınamadık bile. kime patlayacağımızı bilememekten sanırım. hevesin gibi, paran olsa kaçıp gidecek. öfke de bu halde. teskin olmanın tek yolu: böy-le-ol-ma-sı-ge-re-ki-yor-du.

siyah beyaz sessiz sözsüz filmlere benzemesine rağmen biz hayatını izlemeye gönüllü olduk ama sen kanala şifre koymuşsun. haha. ucuz espriler, ucuz filmler, ucuz insanlar, ucube bir şehirde kimse benden daha fazlasını beklemesin. işte gündelik hayatımda dehşetengiz planlar yapıyor, bıçak biliyor, silah deniyor, devrim istiyor, geçmişi hatırlıyor, geleceği tasarlıyor, boyuna yazıyor, kısa yoldan zengin olmaya ve kısa yoldan mefta olmaya çalışıyor ve her şeyi unutuyorum.

afrika dahil.

27 Ekim 2012 Cumartesi

bi daha yazar mı kalem kanaya kanaya
kağıdı da kan tutar ağaç değil mi soyu
ağla, doyasıya ağla
aynı denizde çoğalır yüreğin özsuyu

25 Ekim 2012 Perşembe

"perşembe günlerini sevmem. sabah sekizden akşam beşe kadar demek istiyorum. yüz kere, bin kere alt alta yazmak istiyorum: perşembe günlerini sevmem. sonunda insanlar anlasın ne demek istediğimi de sormasınlar gerisini. can sıkıcı anılarımdan kurtulmak için daha iyi bir yol bilmiyorum. perşembe günlerini sevmem. daha ne istiyorsun benden? sevmiyorum işte. neyi seviyorum ki? çiçekleri de, iki kiloluk gaz tenekelerinin içine doldurduğum toprakların ortasına sapladım: arsız çiçekler yetiştiriyorum. tenekeler düşmesin diye pencerenin iki kasası arasına çıtalar çaktım: daha çirkin oldu görünüşleri. çiçeklerle birlikte her soluk alışımızda havayı kirletiyoruz. daha ne istiyorsunuz benden? kafeste solucan filân beslememi mi bekliyorsunuz? midem sağlam olsaydı onu da yapardım. biliyorum, kimseyi kandıramıyorum: siz gene perşembe günü ne olduğunu anlatmamı bekliyorsunuz. bu uzun girişten sonra, dişe dokunur bir, ne bileyim, bir esaslı olay, ya da ruhsal derinliği olan bir gözlem umuyorsunuz. solucanla ilgili acı güldürücülüğüme kapılanlar da olabilir içinizde. bir bilseniz arkasından gelen tatsızlığı. bu nedenle, bana kalırsa, perşembeleri sevmem-usandım gene bir de “günler” demeye- sözünü, sabrınız olduğu kadar tekrarlayın daha iyi. yoksa siz de, ben de pişman olacağız. perşembe günü ile yetinmeyeceğim. daha şimdiden, arsız çiçekleri, solucanları soktum araya, perşembe günlerinden hiç bahsetmediğim halde."

15 Ekim 2012 Pazartesi

" fırat: sen gideli çok oldu çiğdem, sen gideli dört yüz altmış yedi gün oldu. her kurşun deliği bir gün içindir.

çiğdem: niye kurşun?

fırat: söküp atmak için, kurtulmak için belki. lakin gördüm ki seni öldürme çabası boşmuş, sen ölmezmişsin. dört yüz altmış yedi gün, seni her gün kurşunladım. en son kurşunu dün sabah alnında denedim. öldüremedim. ve anladım ki, sensiz olmazmış.

çiğdem: ya ben? dört yüz altmış yedi günü ölerek yaşamadım mı? dört yüz altmış yedi gün gazete sayfalarını korkarak açtım. kurşunlanmış, al kanlara boyanmış resmini görmemek için tanrıya dua ettim."

niye kurşun diye sormayan çiğdemlere...

13 Ekim 2012 Cumartesi

özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir
özenle ne yapıyorsam bilirsin artık senindir

suya giden bir adam mesela omzunu eğri tutsa
güneş su ve adamın omzundaki eğrilik senindir

ayağa kalkarsın, adına uygunsun ve haklısın
kararan dünya bildiğin gibi sık sık senindir

kararan dünya, yeni bir güle bir ateş parçasıdır
bir ateş parçasından arta kalan soylu karanlık senindir

bir deneyli geçmişi aldın geldin yeniyi güzel boyadın
ben bilirim sen de bil ilk aydınlık senindir

benim sevdiğim su senin suyunun öz kardeşidir
senin soyunun bıraktığı güçler artık senindir

çünkü bir silah gibi tutarsın tuttuğun her şeyi
her yeri bir uyarma diye tutan ıslık senindir

senindir ey sonsuzveren ne varsa hayat gibi
tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir

ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın
aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir.
"ilk geldiği günü, geri alamam. onu buraya ayak bastığı gün, beni ben yapmadan önce, öldüremem.

11 Ekim 2012 Perşembe

tahrik

bırakın ince kavak seslerini şehrin içinde
paralar yaşlı kızların koynunda yatarken
bırakın köprülerin üstüne yağmur
ve basma perdelerden lânet bize.
şaşılacak bir dünyada yaşamaktı; öğrendik
şimdi külçeler yüklüyüz şaşılacak bir biçimde
külçeler yüklüyüz ve çıkmak istiyoruz yokuşu
sokaklar gittikçe katı bizim adımlarımıza
peşimizde bütün bahçeleri boşaltan ter kokusu
yankımız soyunup sevap rahatlığı alınan yataklarda
yürek elbet acıyor esvap değiştirirken
bizden artık akması beklenilen kan da aktı
kovulduk ölümün geniş resimlerinden.
efsanelerden kovulduk
kan ve demir kelimeleri söyleyince
elbiseler içindeyiz, şehrin içinde
önümüz iliklenmiş, ayakkaplarımız bağlı
kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok
altıkırkbeşte vapur ve sancı geç saatlerde
eski savaşçılar vesair geçmiyor bulutlardan
çiçek alıp eve götürüyoruz
bunun bir delilik olduğunu bile bile
en ıssız duyguların ucunda karakollar
asmaların altı tuzak ve tuzak caddelerde
külçeler yüklüyüz, çıkmak istiyoruz yokuşu
gözler kısılıp bakılıyor bize.

biliniyor
bizim mahsustan yaşadığımız
biliniyor
şarkıların sırası bizde
biliniyor
hayat bizden razıdır
biliniyor
otların sarardığı yerlerde güneş
kurşunun değdiği tende heves kalmıştır.

9 Ekim 2012 Salı

VAAY BE!

kısa öykü

"i showed my heart to the doctor
he said i just have to quit
then he wrote himself a prescription
and your name was mentioned in it
then he locked himself in a library shelf with the details of our honeymoon
then i hear from the nurse
that he's gotten much worse
and his practise is all in a ruin"

6 Ekim 2012 Cumartesi

şarkının içine yaylılar girince oluyor hep böyle. onun dışında iyiyim. bir şeylere mecbur olmak dışında oldukça iyiyim.

üstümüze çok hızlı geliyorlar. hangisi olduğunu seçemiyorum. mutsuz olduğumdan son derece emin olduğum, çok çok iyi hatırladığım halde, neden öyle zamanları özlüyorum? anne babadan uzakta ölmek istemek ayıp mı?

dünyanın en güzel oyuncaklarını almak istedim zaman zaman, sık sık. dünyanın en tehlikeli oyuncaklarını. yüzüne gölge düşmesin diye. bazen kendimi bir oyuncak olarak sunmak istedim. yüzüne gölge düşmesin diye. ama artırdı. bilemezdim. el ele verirsek belki unuturuz sandım. bilemezdim.

geçti işte, geçiyor, geçecek. kalan tek şey, yalnızca sen bilesin diye yaşadığım, bir türlü anlatamadığım hikayeler olacak. günün her saatini hediye paketine koyup sunamam. bana yetti, sana yetmez. şehre kavuşmama çok az kaldı, çok fazla korkuyorum. hiç halimi sordun mu ki?

şeker gibi bir mektup yazmak isterdim. okuyana umut verecek cinsten. ne daha iyi hissettirebilir ki birine sarılıp, 'geçti, yok bir şey' demekten, geçti yok bir şey. umarım iyidir, umarım sonunda gözlerindeki felaket gitmiştir. umarım olduğu yerde olduğunu hissediyordur artık. bu kadarı kâfi.

ama gözüm şişelere takılıyor, becerebilirsem ne âlâ.

4 Ekim 2012 Perşembe

"bütün yalnızların ilenci
korusun çoğulluklarınızı
cinnet koyun erdemin adını
maskelerinizi kuşanıp, yalanlarınızı çoğaltın
hepiniz mezarısınız kendinizin"

Portekiz Mektupları/Birinci Mektup

düşün aşkım, öngörülerinde ne kadar yanıldın. ah! bahtsız! sahte umutlarla hem beni aldattın, hem de kendin aldandın. onca zevk düşü kurduğun bir tutku, artık senin için ölümcül bir umutsuzluktan, yalnızca onu yaratan yokluğun acımasızlığıyla karşılaştırılabilecek bir umutsuzluktan başka bir şey değil. ne? zekamın, bütün yaratıcılığına karşın yine de yeterince korkunç bir ad takamadığı bu yokluk, gözlerine bakmamı engelleyecek, öyle mi? bebeklerinde onca sevgi okuduğum, içimi mutlulukla dolduran kıpırtılar gördüğüm, benim için her şeyin yerini tutan, tek kelimeyle bana yetip de artan o gözlere. ne acı! ya benim gözlerim; onlar da tek yaşam ışığından mahrum artık, yaşlardan başka bir şeyleri kalmadı geriye, ben de sonunda uzaklaşmaya kesin olarak karar verdiğinizi öğrendiğim andan beri o gözyaşlarını dur durak bilmeden ağlamak için harcadım. bu dayanılmaz ayrılık beni kısa sürede öldürecek. yine de yalnızca sizin neden olduğunuz mutsuzluk bana çekici geliyor. sizi gördüğüm andan beri yaşamımı size adadım; onu sizin için feda ederken de bir tür zevk duyuyorum. her gün binlerce kez iç çekişlerimi yolluyorum size, her yerde peşinizden koşuyor, bunca kaygının karşılığı olarak da bana yalnızca gereğinden de dürüst bir uyarı getiriyorlar; kötü kaderimin bana uygun gördüğü, halimden hoşnut olmama bir an bile izin vermeyecek kadar acımasız bir uyarı; bana durmadan, yeter bahtsız mariane, yeter, kendini boş yere tüketme diyor, bir daha asla göremeyeceğin bir sevgilinin peşinde koşmayı bırak, senden kaçmak için denizler aşan, şu anda fransa'da zevk içinde yüzen, senin acılarını bir an bile düşünmeyen, senin böylesine şiddetli duyguların olabileceğini aklına bile getirmeyen, acı çektiğin için kendini sana karşı hiç de borçlu hissetmeyen bu sevgiliyi aramaktan vazgeç! ama yok, sizi bu kadar katı biçimde yargılayamam, mazur görmek için de yeterince nedenim var: beni unuttuğunuzu düşünmek bile istemiyorum. düş ürünü kuşkularla kendime işkence çektirmekten de yeterince mutsuz değil miyim zaten? niçin sevginizi göstermek için harcadığınız çabaları unutmaya uğraşayım ki? bu çabalar beni öyle büyülemişti ki, hele aşkınızın kanıtlarıyla başım dönmüşken, sizi kendi tutkumun yol açtığı aynı istekle sevmeseydim, nankörlük etmiş olurdum. bunca zevk dolu dakikaların anıları nasıl oluyor da bu kadar acımasızlaşabiliyor? kendi doğalarına ihanet ederek nasıl oluyor da yüreğimi parçalayabiliyorlar? ne acı! son mektubunuz o yüreği korkunç bir hale soktu. öyle kıpırtılara kapıldı ki sizi arayıp bulmak için benden ayrılmaya çabalıyor sandım; bu duyguların şiddetiyle o kadar sarsıldım ki, üç saat boyunca kendimden geçmişim: sizin için koruyamayacağıma göre, sizin için kaybetmek zorunda olduğum bir yaşama geri dönmeyi reddettim, sonunda kendime karşın ışığı yeniden gördüm, aşktan öldüğüm için çok mutluydum; yüreğimin yokluğunuzun acısıyla paramparça oluşunu seyretmek zorunda olmadığım için rahatlamıştım. bu olaydan sonra çeşit çeşit hastalıklara yakalandım: sizi artık göremeyeceğime göre sağlıklı yaşamam mümkün müydü zaten? ama bütün bu hastalıklara sesimi bile çıkartmadan katlanıyorum, çünkü kaynağı sizsiniz hepsinin. ne? bunca sevmenin karşılığını böyle ödüyorsunuz bana, öyle mi? ama ne önemi var, size yaşamım boyunca tapmaya, sizden başka kimseyi görmemeye kararlıyım; emin olun siz de kimseyi sevmezseniz iyi yaparsınız. benimkinden daha az yakıcı bir tutku sizi doyurabilir mi? belki benden güzelini bulabilirsiniz (halbuki bir zamanlar bana güzel olduğumu da söylemiştiniz) ama hiçbir zaman böylesine bir aşk bulamazsınız, zaten gerisi de boştur. mektuplarınızı gereksiz şeylerle doldurmayın artık, bana da sizi anımsamamı yazmayın. sizi unutamam, ayrıca bir süre benimle kalmak üzere gelebileceğiniz konusunda ümit verdiğinizi de unutamam. ne korkunç! niçin bütün yaşamınızı benimle geçirmek istemiyorsunuz? bu korkunç manastırdan çıkmam mümkün olsaydı, portekiz'de kalıp verdiğiniz sözlerin sonuçlanmasını beklemezdim: hiçbir ölçü tanımadan, dünyanın her yerinde sizi aramak, sizi izlemek, sizi sevmek için yollara düşerdim. böyle bir şeyin olabileceğini düşünmeye cesaret edemiyorum, bana kuşkusuz biraz olsun mutluluk verebilecek böyle bir umudu beslemek istemiyorum, yalnızca acılara kulak vermek istiyorum ben. yine de erkek kardeşimin sayesinde size yazmak fırsatı elime geçince sevindim, bir an içinde bulunduğum umutsuzluğu unuttum. yalvarırım size, madem ki beni terk etmek zorundaydınız, niçin beni büyülemek için uğraşıp didindiniz söyleyin. beni mutsuz etmek için niye bu kadar çalıştınız? niçin beni manastırımda rahat bırakmadınız? size ne kötülük yapmıştım! yok, yok, bağışlayın beni, sizi hiçbir şeyle suçlamıyorum, öç almayı düşünecek durumda değilim, yalnızca kaderimin acımasızlığını suçluyorum. bizi birbirimizden ayırarak, hayatta başımıza gelebilecek en korkunç kötülükleri yaptı bize, yine de yüreklerimizi birbirinden ayıramaz, onları, çok daha güçlü olan aşk, yaşam boyu birleştirdi. benim yaşamıma da biraz ilgi duyuyorsanız eğer, daha sık yazın. yüreğinizi, yaşadığınız koşulları bilmeyi hak ediyorum; ama her şeyden önce beni görmeye gelin. elveda, bu kağıdı bir türlü terk edemiyorum, sizin ellerinize geçecek, ben de aynı mutluluğu tatmak isterdim. ne mutsuzluk! ne kadar şaşkınım, bunun mümkün olmadığını çok iyi biliyorum. elveda, artık dayanamıyorum. elveda, beni hep sevin, bana daha fazla acılar çektirin.

2 Ekim 2012 Salı


böyle günler olabilir. nefret ettiğim halde taklit ediyor olabilirim. üstelik nefret ettiğim konusunda yalanlar bile söyleyebilirim. kimseyi nefret edecek kadar zalim bulmayadabilirim. ki bunun da yalan olması ihtimaller dahilindedir. böyle günler olabilir.

herkesi mutlu ve kendimi dışlanmış hissedebilirim. bu doğru bile olabilir. fakat onlarca güzellik vardı, şimdi odadaki bir masadan farksız hissetmek gerçek midir?

gözümün önünden gitmiyor. yere oturduğunu görüyorum. boynunu görüyorum. şefkat görüyorum ve unutamıyorum. öyle bağıran bir yanı vardı beni neden görmüyorsunuz diye, görmüştüm ve korkuyordum. çünkü ben hiç bitirememekte ustayım. bir ölü görmedikçe bittiğine inanmayı reddediyorum. ki nasıl bir tutunma çabasıdır?

böyle günler olabilir. bir daha bu yollar aynı hevesle yürünmeyebilir. belki sahiden burda sıkıştık kalp o yüzden sıkışıyor ve dahi yarı yolda bırakacak da olabilir. belki görüp görebileceğimizin en son hali bu tozlu manzaradır. tek kelime etmeden. tükenebilir.

"aklım, haklıyım, et firarını"