19 Temmuz 2013 Cuma
20 Mayıs 2013 Pazartesi
"...halbuki günde on, on iki cigara ile mesut olma imkanı vardı. keratanın yokluğu da güzel. âli, tadı dudaklarımı ve dilimi ısırıyor. kokusu burnumu, yüzümü, gözlerimin içini ısırıyor. hiçbir hint veya japon orospusu hatırımda bu kadar canlı yaşamaz. hiçbir zaman ve hiçbir şeyde kendimi bu kadar dul, bu kadar eşinden ayrılmış hissetmedim. sanki iki koşulu bir arabayı tek başına çeken bir atım. her hareketim kendiliğinden çolpa oluyor. ne yaparsın ki korku bu..."
2 Mayıs 2013 Perşembe
"evi kendisine özgü bir kaosla darmadağın ederdi, severdim. sürekli üşürdü, severdim. çamaşır asarken, ayrı ayrı giydiği çorap teklerini bulurdum, severdim. her şeyin kapağını açık bırakırdı, severdim. kapıyı alacaklı gibi çalıp yüreğimi hoplatırdı, severdim. uzun uzun dalıp giderdi, severdim. en sevdiğim dizinin sonunu söylerdi, severdim. buralara ait olmayan davranışlarıyla bazen utandırırdı, severdim. göbeği vardı, severdim. ödemeyi unuttuğu için elektrik-su-doğalgaz kesilirdi, severdim. sabahları saatlerce uyanamazdı, severdim. bazen gözlerini kaçırarak yalan söylerdi, severdim.
büyük büyük aşk sevgi lafları etmeyeceğim, gündelik hayatın sıkıcı ayrıntılarının yıpratamadığı bir sevgiyi anlamanızı isteyeceğim..."
büyük büyük aşk sevgi lafları etmeyeceğim, gündelik hayatın sıkıcı ayrıntılarının yıpratamadığı bir sevgiyi anlamanızı isteyeceğim..."
22 Nisan 2013 Pazartesi
10 Nisan 2013 Çarşamba
avukatlık nasıl ortaya çıktı?
bir gün bütün arılar toplanıp, kendilerini kullandıklarını düşündükleri insanlığa karşı bir dava açar. fakat kendilerini savunmak için bir temsilciye ihtiyaçları olduğu söylenince, onlar da bir sivrisineği bunun için görevlendirirler. mahkemeye çıktıklarında hakim arılara sivrisineği gösterip:
-bu mu savunacak sizi, diye sorar. bunun üzerine sivrisinek der ki:
-bayım, ben kan emicilerin en eskisiyim. üstelik, artık bir de çantam var.
-bu mu savunacak sizi, diye sorar. bunun üzerine sivrisinek der ki:
-bayım, ben kan emicilerin en eskisiyim. üstelik, artık bir de çantam var.
27 Mart 2013 Çarşamba
Mutlu olsalar da basit insanlar değillerdi, anlıyor musunuz? Oysa bizler, neşe sözcüklerini pek söylemiyoruz artık. Tüm tebessümler miladını doldurdu. Böyle bir betimlemeyle karşılaşınca insan belli varsayımlar yapmaya meylediyor. Böyle bir betimleme ile karşılaşınca gözler, soylu şövalyelerin etrafını çevrelediği muhteşem bir aygıra ya da belki de kaslı kölelerce taşınan altın kakmalın bir tahtırevana kurulmuş bir kral arıyor hemen. Ama kral yoktu burada. Kılıç da, kullanmıyorlardı, köleleri de yoktu. Barbar değillerdi. Toplumlarının kurallarını ve yasalarını bilmiyorum, ama pek az sayıda kural ve yasaları olduğunu sanıyorum. Monarşi ve kölelik olmadan yaşadıkları gibi, işlerini borsa, reklâmlar, gizli polis ve bombalar olmadan da görüyorlardı. Yine de tekrarlıyorum, basit insanlar değillerdi; kendi halinde çobanlar, soylu vahşiler, safiyane ütopyacılar değildiler. Bizden daha az karmaşık değillerdi. Sorun şu; ukalalarla züppelerin kışkırttığı kötü bir alışkanlığımız var bizim, mutluluğu aptalca bir şey gibi görüyoruz. Sadece acı entelektüel, sadece kötülük ilginç geliyor bize. Sanatçının ihaneti bu: Kötülüğün sıradan ve acının müthiş sıkıcı olabileceğini bir türlü kabul edememek. Onlarla baş edemiyorsan onlara katıl. Canını yakıyorsa yinele. Oysa acıyı yüceltmek sevinci lanetlemektir, şiddeti kucaklamak bütün diğer şeyleri elden kaçırmaktır. Handiyse, hiçbir dayanağımız kalmadı; mutlu bir insanı betimleyemiyoruz artık, neşenin değerini bilmiyoruz. Omelas’ın insanlarını nasıl anlatabilirim ben sizlere? Saf ve mutlu çocuklar değil onlar; onların çocukları mutlu ama. Onlar, yaşamları mahvolmamış, olgun, zeki, tutkulu yetişkinler. Ey mucize! Ah keşke daha iyi betimleyebilsem. Keşke sizleri inandırabilsem. Omelas, benim sözcüklerimle, evvel zaman içinde, çok eski zamanlarda ve uzaklarda kalmış bir masal kentini andırıyor. Belki de en iyisi onu kendi düş gücünüzle kurmanız, düşlerinizin gerçek olduğunu varsaymanız; zira hepinizi memnun edemem tabii ki ben. Mesela teknoloji ne durumda? Caddelerde dolaşan arabalar, havada uçuşan helikopterler yoktur herhalde. Omelas’ın insanlarının mutlu olmasından belli bu. Mutluluk, gerekli olan ile gereksiz ama zararlı olmayan ve zararlı olan arasında doğru bir ayırım yapılmasına dayanır. Orta kategoridekilere gelince -gereksiz ama zararsız şeyler, konfor, lüks, gösteriş, vesaire- merkezi ısıtma sistemleri, metroları, çamaşır makineleri ve burada henüz icat edilmemiş her türden harika araçları, uçuşan ışık kaynakları, yakıtsız güç kaynakları, nezleye karşı çareleri olabilir pekâlâ. Ya da hiçbiri olmayabilir: Fark etmez. O size kalmış.
28 Şubat 2013 Perşembe
yitirdiğimiz onca şeyle nasıl baş edelim? sen söyle, nasıl edelim? insan nasıl oluyor da kendi eserini yok edemiyor, kendi diktiği babil kulesinin altında eziliyor? kendi eseri ama bu gri duvarları yıkamıyor. kendini koyduğu zindandan çıkamıyor. devlet diyoruz, din diyoruz, baba diyoruz, hiç birinin hakkından gelemiyoruz. insana kendi prangalarıyla değil de yine kendisi gibi kanlı canlı insanlarla mücadele etmek kalıyor. insan insandan öyle nefret ediyor ki o nefret doğaya yansıyor, sular bulanıyor, çiçekler leş kokuyor.
çocukların kafasına ulaşabilmek için dumanlı şeylere meyletmek hep bundan. çünkü yalnızca bir çocuk hiç bir karşılık beklemeden birini öpebilir.
çocukların kafasına ulaşabilmek için dumanlı şeylere meyletmek hep bundan. çünkü yalnızca bir çocuk hiç bir karşılık beklemeden birini öpebilir.
22 Şubat 2013 Cuma
bugünlerde bir silah temin etmek ne kadar kolay. silahı almak ama ayağına sıkmamak çünkü kemikler parçalanabilir çünkü sakat bırakabilir ve silahı ağzına sokmak ve ateşlememek çünkü bazı ağızlar silahı yutabilir. bugünlerde ne kolay öfkeye ve kana dair yazılar yazmak.
birini fotoğrafın kadrajına sokabilmek için insanüstü çabalar göstermek ne hoş. en güzel günlerimizdeyiz gençliğimizin. ruhu kaba sığdırmak ne kadar zor. binlerce insanın aynı yöne doğru koşması, devirmesi önüne geleni ne büyük mucize. hala ağza alabilmek bazı kelimeleri, emek gibi, vicdan gibi, ne kadar kolay ve ne kadar zor, silahın bir ağza girmesi gibi.
kendimizi alıp havanın orta yerine asamıyoruz, ne yazık ki bunu yapamıyoruz. bugünlerde ne kadar kolay hayata eyvallahı olmamak. ne yöne eserse rüzgar sağa sola büyü gibi düş gibi bi ahenkle savrulmak. canına okumak bütün yaşanmışlıkların, bütün kitapları yakmak ve onun yerine çocukların gözlerine bakmak. hep çocukların gözlerine bakmak.
bugünlerde anımsamak yasak. çünkü defalarca söyledim karnımız doyduğunda aşk başlayacak..
birini fotoğrafın kadrajına sokabilmek için insanüstü çabalar göstermek ne hoş. en güzel günlerimizdeyiz gençliğimizin. ruhu kaba sığdırmak ne kadar zor. binlerce insanın aynı yöne doğru koşması, devirmesi önüne geleni ne büyük mucize. hala ağza alabilmek bazı kelimeleri, emek gibi, vicdan gibi, ne kadar kolay ve ne kadar zor, silahın bir ağza girmesi gibi.
kendimizi alıp havanın orta yerine asamıyoruz, ne yazık ki bunu yapamıyoruz. bugünlerde ne kadar kolay hayata eyvallahı olmamak. ne yöne eserse rüzgar sağa sola büyü gibi düş gibi bi ahenkle savrulmak. canına okumak bütün yaşanmışlıkların, bütün kitapları yakmak ve onun yerine çocukların gözlerine bakmak. hep çocukların gözlerine bakmak.
bugünlerde anımsamak yasak. çünkü defalarca söyledim karnımız doyduğunda aşk başlayacak..
18 Şubat 2013 Pazartesi
bir trapezin durması gibi suya
içime çok yüksek bir yerden atlar mısın leyla
başın kaşın yarılsa diplerime çarparak
kanın karışsa suyuma
yerin bütün kanunlarına kusarak
ben sana bulanayım sen bana...
kapımı çalmanı istiyorum leyla
o kadar evde yokum ki anlatamam
insan insana aşık olmaz güzelim
insan insanın yanında bile durmaz
bak hala görmedin mi yoksa mecnunu
sen sanıp çölün öpmedi mi kumunu
şundandır her dem kalbe yayılan sızı
neyi sevdiysek dolandı kanatarak
dikenli bir tel olup seven her tarafımızı
elbet her fani gibi ben de bir faniyim
sen de bir fanisin leyla jiletin varsa göstereyim
yine de kapımı çalmanı istiyorum leyla
evde yokum evim yok dışardayız cümbür cemaat
seni de istemiyorum beni de bu başka
öyle bir yol ki nasıl güzel nasıl dar
benim de bu dünyada ödünç bir kapım var
olmuyor tutamıyorum kendimi leyla
kapımı çalmanı istiyorum hepsi bu kadar
içime çok yüksek bir yerden atlar mısın leyla
başın kaşın yarılsa diplerime çarparak
kanın karışsa suyuma
yerin bütün kanunlarına kusarak
ben sana bulanayım sen bana...
kapımı çalmanı istiyorum leyla
o kadar evde yokum ki anlatamam
insan insana aşık olmaz güzelim
insan insanın yanında bile durmaz
bak hala görmedin mi yoksa mecnunu
sen sanıp çölün öpmedi mi kumunu
şundandır her dem kalbe yayılan sızı
neyi sevdiysek dolandı kanatarak
dikenli bir tel olup seven her tarafımızı
elbet her fani gibi ben de bir faniyim
sen de bir fanisin leyla jiletin varsa göstereyim
yine de kapımı çalmanı istiyorum leyla
evde yokum evim yok dışardayız cümbür cemaat
seni de istemiyorum beni de bu başka
öyle bir yol ki nasıl güzel nasıl dar
benim de bu dünyada ödünç bir kapım var
olmuyor tutamıyorum kendimi leyla
kapımı çalmanı istiyorum hepsi bu kadar
17 Şubat 2013 Pazar
12 Şubat 2013 Salı
günlerdir öylece duruyordum. arabamı onun evinin önüne çekmiştim ve orada bekliyordum. sabahın ilk ışıklarından gece yarılarına kadar aynı yerde, arabayı park edip dışarı çıkıyor, elimdeki çekirdeklerin kabuklarını bi poşete doldurarak, pencerenin ışığını gözlüyordum. geceyi ise arabamda uyuyarak geçiriyordum. tacizim bununla da bitmiyordu. bütün gün o ve ben için anlamlı olduğuna inandığım (bu yalnızca benim iddiamdı) şarkıları bangır bangır çalıyor, millete bir huzurlu uyku uyutmuyordum. pisliğin teki çıkmıştım, fakat kendime hakim olamıyordum işte.
ben bu dönülmez yola gireli hemen hemen on üç gün olmuştu. işi gücü bırakmıştım. zaman zaman dostlarım arıyor, beni bu cendereden kurtarmak için yanıma gelip çekiştire çekiştire eve götürmeye çalıştıkları da oluyordu. ancak pes etmeyecektim. elbette o evden çıkacaktı. o evden çıkacak ve beni düşürdüğü hali kendi gözleriyle görecekti. güzelim gözleriyle. saçı başı birbirine karışmış bir derbederdim, kendime özgü bir havam bile olabilirdi. uykusuz gözlere kim karşı koyabilir söyleyin bana. o evden çıkacaktı elbet.
bu sancılı süreç esnasında en büyük düşmanım ise mahallenin çocukları olmuştu. yüzüme bakıp bakıp kah gülüyor, kah ağza alınmayacak laflar ediyorlardı. çocuklar halden anlamazdı. arsız, pusatsız, duldasız ve üryandı. ben de kendimi ayağımı yere sertçe vurup üzerlerine yürüyerek savunuyordum. çil yavrusu gibi dağılıyorlardı o zaman. on üç gündür yıkanmamanın ve arabada uyumanın verdiği çirkin görüntü onları elbette korkutuyordu. o ise, gözlerinin önünde yaşanan bu insanlık ayıbına karşı umarsız, vurdumduymaz ve bir o kadar da kördü. katiyyen evden çıkmıyordu.
on üç gündür evden çıkmaması nedense beni oradan ayrılıp başka bir yol denemeye yöneltmemişti. evdedir diyordum, nerde olcak evdedir. zaman zaman bu çocuk ne yer ne içer on üç gündür diyerek endişeleniyor, evine yemek sepetinden sipariş vermeyi düşünüyor, fakat bu korkunç düşünceyi hızlıca kafamdan uzaklaştırıyordum. bu durum bütün planlarımı alt üst edebilirdi. köşemden ayrılmamalıydım. her şey kendiliğinden olmalıydı.
ve öyle de oldu. on yedinci gündü. beklemekten iliğim kemiğim kurumuştu. apartmanın kapısı açıldı. önden bir kadın çıktı, arkada biri kapıyı tutuyordu. işte sonunda onu görmüştüm. apartmanın kapısından çıktıktan sonra hızlı hızlı kadının elini tuttu. kafasını biraz çevirmesiyle beni görmesi bir olmuştu. tam o anda, işte o lanet anda, sokakta top oynayan arsız, pusatsız, duldasız ve üryan çocuklardan birinin topa çektiği şut yüzümde patladı. ağzımdaki sakız yere düştü. o ise yanındaki kadınla beraber hızla olay yerinden uzaklaştı. bütün bunlar yaklaşık on yedi saniye içinde oldu. saat yediyi on yedi geçiyordu.
3 Şubat 2013 Pazar
- siz benim niye içtiğimi nerden bileceksiniz?
- kim?
- sen, siz, o, hepiniz be hepiniz!
- sen kimsin ya?
- sus ve cevap ver. niye içtiğimi neden bilmiyorsun?
- abi seni tanımıyorum nerden çıktın sen böyle ya, bi anda belirdin yanımda.
- peki benim neler çektiğim konusunda bir fikriniz var mı?
- yok.
- olmaz tabi. bir gün yürürken arkana baktın mı? hepinizi birden takip ettim ben. küçük, hızlı ve sabırsız adımlarımla peşinize düştüm, birinizin bile bu adamın neler çektiğini artık öğrenelim dediğinizi duymadım.
- sen ne anlatıyon ya!
- sus konuşma ve dinle. peki sence ben kime küstüm?
- ya git işine ya.
sonra o adamın gömleği kiraz ağacında yırtıldı.
- kim?
- sen, siz, o, hepiniz be hepiniz!
- sen kimsin ya?
- sus ve cevap ver. niye içtiğimi neden bilmiyorsun?
- abi seni tanımıyorum nerden çıktın sen böyle ya, bi anda belirdin yanımda.
- peki benim neler çektiğim konusunda bir fikriniz var mı?
- yok.
- olmaz tabi. bir gün yürürken arkana baktın mı? hepinizi birden takip ettim ben. küçük, hızlı ve sabırsız adımlarımla peşinize düştüm, birinizin bile bu adamın neler çektiğini artık öğrenelim dediğinizi duymadım.
- sen ne anlatıyon ya!
- sus konuşma ve dinle. peki sence ben kime küstüm?
- ya git işine ya.
sonra o adamın gömleği kiraz ağacında yırtıldı.
11 Ocak 2013 Cuma
vücut ısıtan bitkisel yağ tarifi
acı dolu, dram dolu yazılarıma bir anlık olsun ara veriyor ve sizi bu dondurucu soğuklardan koruyacak formülü açıklıyorum sevgili okur. amme hizmeti gibi düşünün.
gereken malzemeler
bir yemek kaşığı gül kurusu
4 adet kök zencefil
bir yemek kaşığı tane karabiber
bir avuç defne yaprağı
bir yemek kaşığı darıfülfül
üç-dört adet çubuk tarçın
bir yemek kaşığı lavanta
şimdi öncelikle temiz ve boş bir kavanoz buluyoruz. malzemeleri kavanoza dolduruyoruz. arkasından saf zeytinyağını malzemelerin üstünü tamamen kapatacak şekilde döküyoruz. sonra kavanozu bir tencereye alıp, tencereye de kavanozun yarısını kapatacak oranda su dolduruyoruz. daha sonra kısık ateşte bir saat bu şekilde ısıtıyoruz. suyun kaynamasına izin vermemeli bu yüzden de ocağın altını sürekli olarak kontrol etmeliyiz. bu işlemden sonra kavanoz soğuyunca bir süzgeç yardımıyla yağı süzüp daha küçük bir şişeye dolduruyoruz. yağımızı soğuğa çıkmadan önce üşüyen yerlerimize bir güzel sürüyoruz ve artık üşümüyoruz. dışardan eve geldiğimizde duş alıp yağı temizliyoruz ama pisliğin lüzumu yok.
hadi bakalım allah kazanlarınızı kaynatsın!
9 Ocak 2013 Çarşamba
"benim şüpheye düşme hakkım var tanrım. ya sen, sen de mi şüphedesin? sen bilmiyor musun kimin iyi kimin kötü olduğunu? tanrım, az sonra o kıvırcık saçlı oğlan çocuğunu parçalayacaklar görmüyor musun? kundaklarındaki bebekler de mi kötü? bak! oradalar aşağıda, hiçbir şeyin farkında değiller, şarkı söylüyorlar, bu bir ilahi tanrım. sana söylüyorlar, duymuyor musun? niçin sonra hesap soracakmışsın? şimdi, şimdi yapabileceğin bir şey yok mu? tanrım, senin gücün her şeye yetmez mi? şimdi, şimdi istiyorum senin gücünü görmeyi, şimdi göstermezsen sonra hiç göstermesen de olur.
biz niçin uçuyoruz böyle, acının zamansızlık içinde asılı duruşunu seyretmek için mi?"
biz niçin uçuyoruz böyle, acının zamansızlık içinde asılı duruşunu seyretmek için mi?"
6 Ocak 2013 Pazar
5 Ocak 2013 Cumartesi
bazen olur, eksikliğini hissettiğiniz şeyleri bir valize koyup yanınızda taşınırsınız. ağır geldikçe de bir bir çıkarır atarsınız.
o soğuk mu soğuk kış günü neden bu yola çıkmıştım hatırlamıyorum. orada ne vardı, ne görmeyi umuyordum bilmiyorum. bütün gözlerimi arkamda bırakmış ve artık yıllanmış bir kokunun peşine düşmüştüm.
şehre girdiğinizde önce sağa sonra sola bakmalısınız. daha önceki yılgınlıklar sizi usandırmamalı. eski bir şeye yeniymiş gibi bakmak ancak yüksek ruhlu insanlara nasip olabilecek bir yetenektir. bu yüzden saatlerce boynunuz bükük yürüdüğünüz yolları, oturup ağladığınız bankları ve belki de tüm gençliğinizi serdiğiniz sokakları ilk defa görüyor-muş gibi yapabilmelisiniz. dünya eğer bir sahneyse sahiden elinizden gelen en iyi oyunu oynamalısınız.
o zamanlar zaman geçiyordu işte bir şekilde. hiçbir şey yapamazsak bir minibüse atlayıp ilk gördüğümüz parkta sabahlıyorduk. üstelik yağmurları vardı hediye gibi gelen. nerden bakarsak bakalım her şey güzel görünüyordu işte.
zaten kolay kolay mutlu olamayan bir insansanız ve hayatta sizi mutlu edebilecek tek şeyi bir şekilde yitirdiyseniz ancak işte böyle camlara hohlayabilirsiniz.
o soğuk mu soğuk kış günü neden bu yola çıkmıştım hatırlamıyorum. orada ne vardı, ne görmeyi umuyordum bilmiyorum. bütün gözlerimi arkamda bırakmış ve artık yıllanmış bir kokunun peşine düşmüştüm.
şehre girdiğinizde önce sağa sonra sola bakmalısınız. daha önceki yılgınlıklar sizi usandırmamalı. eski bir şeye yeniymiş gibi bakmak ancak yüksek ruhlu insanlara nasip olabilecek bir yetenektir. bu yüzden saatlerce boynunuz bükük yürüdüğünüz yolları, oturup ağladığınız bankları ve belki de tüm gençliğinizi serdiğiniz sokakları ilk defa görüyor-muş gibi yapabilmelisiniz. dünya eğer bir sahneyse sahiden elinizden gelen en iyi oyunu oynamalısınız.
o zamanlar zaman geçiyordu işte bir şekilde. hiçbir şey yapamazsak bir minibüse atlayıp ilk gördüğümüz parkta sabahlıyorduk. üstelik yağmurları vardı hediye gibi gelen. nerden bakarsak bakalım her şey güzel görünüyordu işte.
zaten kolay kolay mutlu olamayan bir insansanız ve hayatta sizi mutlu edebilecek tek şeyi bir şekilde yitirdiyseniz ancak işte böyle camlara hohlayabilirsiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)